Selahattin Esim

Selahattin Esim

Ortak Payda Yükselen Değer Türkiye’dir

| 0 comments

Son dönemde olan olayları her vatandaş gibi üzüntüyle izliyorum. Her zaman söylediğim gibi ülkemizde sosyal araştırmalar teşvik edilmiyor. Think thank dediğimiz bir elin parmaklarını geçmeyen düşünce kuruluşları kısıtlı bütçeleri ile sadece siyaset üzerine fikir üretip ülkede oluşan büyük değişimler hakkında alternatif ve objektif fikirler öne süremiyorlar. Fikir üretmekten korkma travmasını bir türlü içimizden söküp atamıyoruz. STK Kuruluşlarının bağımsız, ülkenin gerçeklerini içeren görüş belirtmekte zorlanmaları önemli bir handikap olarak önümüzde duruyor. Adı üstünde Sivil Toplum Kuruluşlarının çok daha fazla gelişmesi, fikir üretmesi, toplumun değişik katmanlarının sesini duyurması ve ülkenin ileri gitmesi açısından çok önem arz etmektedir. Yapıcı eleştiri yapmasını maalesef çok bildiğimiz söylenemez. Eleştiri denince hep yıkıcı olmalı zannediyoruz. Özel sektörde bile planlarımız hep rakipleri yok etme üzerine kurulu. İyi ve kaliteli ürün üreten rakiplere saygı duyan ve böylece piyasanın daha kaliteli bir seviyeye ulaşmasını sağlayan anlayıştan ne yazık ki biraz mahrumuz. Eğitim sistemimiz bize erdemli davranışın ne olduğunu herhalde öğretemedi diye düşünüyorum. Fransa’da 2012 yılında alınan bir kararla okullarda ahlak dersleri okutulmaya başlandı. Milli Eğitim Bakanı Vincent Peillon “iyiyi kötüden ayırmayı bilen bir nesil yetiştirmek için’ müfredata yeni bir ders eklenmesi kararı aldıklarını ve Ahlak derslerinde evrensel ahlak kurallarının öğretileceğinin altını çizmişti. İlkokul birinci sınıftan lise son sınıfa kadar verilecek derslerde vatandaşlık bilgisi ve eğitimi de verilmesi hedeflenmişti.

Bu travmanın oluşmasına sebep olan ,devlet otoritesini ezici baskı olarak kullanan ve anti demokratik devlet anlayışına sahip bürokrasi oligarşisi de bir türlü ödün vermemekte ve değişime direnmektedir. Maalesef bürokraside hakim olan bu devlet anlayışı her iktidarı zaman içerisinde kendine benzetmekte çok tecrübe kazanmıştır. Onlar yolcu biz ise hancıyız mantığıyla ellerinden geldiği kadar değişime direnmekte, risk almamakta,mümkün olduğu kadar az iş yapmaya yönelik tutumlarına sadık kalmaktadırlar. Kendi çevrelerinde yıllar içerisinde etki alanlarını genişletip kadrolarında ehil ve liyakat sahibi elemanlar çalıştırmaktan özellikle kaçındıklarını biliyoruz. Hele özel sektöre karşı duyulan husumet ve ülkenin önünü açacak her adımı büyük bir lütuf gibi görmeleri acı ama gerçek bir travma. Devlet bürokrasisinde çok önemli görevlerde bulunmuş olan Saygıdeğer Prof.Dr. Nevzat Yalçıntaş Hocamın “Türkiye’yi Yükselten Yıllar” kitabıyla ilgili yazımı okumanızı öneririm. Başbakana bağlı 3 milyon bürokratın acaba yüzde kaçı Türkiye 2023 Vizyonuna inanıyor, alternatif fikirler ve projeler üretip ülkenin lokomotifi olan özel sektörün önünü açmak için gece gündüz demeden çalışıyor çok merak ediyorum doğrusu. Yetişen genç nesile nasıl bir ülke bırakacağımızı kestirmek çok güçleşiyor, kuşaklar arası stres gittikçe yükseliyor. Toplumda oluşan fay hatları sonunda bir sosyal depremi tetikliyor. Birçok genç insanın ruhunu karartan olumsuzluklar sonunda kendi ülkesinde mutlu bir yaşam süremeyeceği travmasına dönüşebiliyor. Sanki bu ülkede hiç iyi şeyler yapılmıyor veya birileri sizin öyle zannetmenizi tüm gücüyle sağlamaya çalışıyor sezgisine kapılırsınız. Ben çocukluğumdan beri gazete manşetlerinde bu ülkenin batmak üzere olduğunu okuyarak büyüdüm. İlkokula başladığımızda alfabeyi öğrenirken ilk öğrendiğimiz cümle   ” Uyu Ali Uyu” idi, yıllar sonra düşündüğümde sanki bu cümle bizi hipnotize etmek için tasarlanmıştı.

Yetişen yeni ve genç nesil aslında Türkiye için büyük bir şanstır. Karakteri düzgün, dürüstlükten ödün vermeyen, gerçekleri söylemekten korkmayan,dünyayı takip eden bir nesil geliyor. Fakat bu nesli ne kadar doğru eğittiğimiz bile halen cevaplanması gereken bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Her dönem değişen eğitim sistemi bir türlü dengeye kavuşmadı. Sınavlar ve dershane sistemi ile stres altında gece ve gündüz soru çözme makinesi gibi yetiştirilen genç ve körpe beyinleri yok ettiğimizin ne kadar farkındayız acaba? Onların araştırmacı olmasını ve yeni fikirler üretmesini engelleyen bu sistemi nasıl bu hale getirdik gerçekten araştırılması gereken bir konudur. Sınavlarda sorulan soruların çoğunun öğrenciyi tuzağa düşürmek üzere kurgulandığını yaşayarak görüyoruz. Sorulan hileli soruları algılama yeteneğine sahip uyanık,kurnaz olanların ön plana çıktığı bir sistem geliştirdik. Aslında bir bakıma belkide farkına varmadan çocuklarımızın zekasını veya yeteneklerini değil uyanık ve kurnaz olup olmadıklarını ölçüyoruz. Sanki sistemin amacı hem uyanık, hem kurnaz, hem akıllı, hem çok yetenekli insanları seçip onları ön plana çıkartmak üzerine kurulu.

Ülkemizde oluşan sosyal travmaları incelemek ve çözüm üretmek zorunda olduğumuzun farkında olmamız lazım. Türkiye büyük bir devlet olma yolunda dikenli ve sarp bir yolda ilerlerken rakip devletlerin bunu oturup seyredeceğini düşünmek biraz saflık olur. Devletler arası ilişkiler karşılıklı menfaatler üzerine kuruludur ve her emperyal güç kendi hakimiyet alanına başka bir devletin girmesini haliyle istemez. Dış siyaset bir satranç gibidir. Ayrıca büyük devletlerin istihbaratı güçlü olmak zorundadır. Son olarak ABD’nin birçok liderlerin telefon konuşmalarını dinlemesi olayı bu istihbaratın fiili olarak ne derecede  var olduğunu kanıtlıyor. Dış ilişkilerde birden çok fazla alternatif strateji geliştirmek, ortalığın puslu bir havaya büründüğü dönemlerde yol gösterici planlamaların yapılması süper güç konumundaki ülkelerin çoğunlukla başarabildikleri bir siyasettir. Her geliştirilen stratejinin başarılı olması mümkün olmadığı gibi bu ülkelerin tarihte birçok kez başarısız olmuş politikaları da olmuştur. Demokratik bir ortamda bu yanlışların tartışılması ve kabul edilmesi ülkelerin hızla yeni politikalar üretmesine yol açmıştır.

Bütün kavramların yok olduğu tam bir puslu hava ile karşı karşıya bulunuyoruz. Doğru olanın algılanmasını engelleyecek her türlü kirli bilgi yüklemesi ve karanlık bir propaganda sistemi ile karşı karşıya kaldığımız çok açık. Sanki kıyamet alametlerinden olan Deccal(http://tr.wikipedia.org/wiki/Deccal)  internet olarak zuhur etmiş gibi  gözüküyor. İnternet üzerinden her türlü aldatmaca ve yönlendirme çok hızlı yapılabiliyor. Milyonlarca kullanıcı gördüklerine çok çabuk inanabiliyor, arka planda kimin bunu bize ne amaçla  sunduğunu düşünme zahmetine bile girmiyorlar. Her şey sanal bir alemde olup bitiyor.  Tabii bu söylediğimizden internet teknolojisinin insanlık için kötü bir şey olduğu anlamı çıkmamalıdır. Her türlü güzel ve doğru bilgiye en hızlı şekilde ulaşmamızı sağlayan da bu teknoloji olmuştur. Burada ifade etmek istediğim kötü amaçlı kullanımdır. Hayatımızdaki bir çok şeyin faydası olduğu gibi zararı da olabiliyor bunu da gözardı etmemek gerekir.

Gelişen her ülkenin bireylerinin mutlu olması için 3Y dediğimiz Yoksulluk,Yasaklar ve Yolsuzlukların ortadan kalkması en önemli dönemeçtir.  Bir insanın ülkesinde mutlu olması için refahın adil olarak dağıtılmış olması gerekir. Birileri gittikçe fakirleşip yok olurken bir başka kesim bolluk içinde yüzüyorsa bu önemli bir sosyal travmanın başlangıcına işaret etmektedir. Arap ülkelerinde sıklıkla doğal zenginliklerden gelen refahın topluma yansıtılmamasının faturasının çok ağır ödendiğini yaşayarak müşahede ettik. Bugün Nijerya gibi nüfusu 150 milyonu bulan petrol zengini bir ülkede nüfusun yarısı günlük 1 dolar gelir düzeyine sahiptir ve açlık sınırında yaşamaktadır. Düşüncelerini açıkça beyan edememek, baskı görmek veya bundan dolayı cezalandırılmak korkusu ile yaşamak bir ülkenin önündeki en önemli handikaplarından birisidir. Toplumda demokratik olarak her türlü görüşün seslendirilebilmesi için bazı aşamaların kaydedilmesi gerekiyor. Bu ülkelerin sorunlarını ancak demokratik çözümler ile çözebileceklerini her defasında dile getiren bir Türkiye acaba içeride ne kadar yol alıyor durup bakmamız lazım. Her seferinde gelişmiş ülkelerin bize yol gösterici veya kurtarıcı olmalarını bekliyoruz. Bir türlü kendi sorunlarımızı kendimiz çözmesini beceremiyoruz çünkü bize işbirliği yapmak öğretilmedi. Siyasi partilerin geçmişte kendi aralarında oluşan husumet, ortak çalışma becerisinden yoksunluk ve ortak paydanın Türkiye olduğunu unutmalarının faturasını bu ülke çok ağır ödedi. Siyasi partilerimiz bir sivil anayasa yapmayı bile beceremediler. Batı ülkeleri de bu aşamaları kolay geçmediler. Yolsuzluklar ise her dönemde var olan ve ortadan kaldırılması için toplumun tüm bireyleri tarafından mücadele edilmesi gereken bir durum arz etmektedir. Hem resmi ve hemde aile içi eğitim sistemimiz maalesef etik kurallara uymamayı uyanıklık olarak algılayan bir nesil yetiştiriyor. Halk kendinde olmayan özelliklere sahip devlet adamları istiyor ama aslında onlarda bizim toplumun bir yansıması. Aynayı kendimize tutup birey olarak ne kadar dürüst olduğumuzu aslında sorgulamamız gerekir.

Adalet sistemimiz oluşan sorunlara çabuk çözüm üretemiyor. Bilirkişiler dosyaları yeterince okumadan yetersiz oldukları alanlarda saç baş yoldurtan yanlış kararlar verilmesine neden oluyorlar. Halbuki tarihimizde Roma ve İslam hukuku gündelik hayatın içerisinde yüz yıllarca çok güzel bir şekilde entegre edilmişti. Birden fazla dine mensup insanların hoşgörü içinde yaşayabilmesinin en önemli etkeni buydu. Herkes başkasının hakkına ve hukukuna riayet edince zaten ortada bir sorun kalmıyordu. Ticaret erbabı iş hayatında bu hukuka göre hareket ettiği için farklı mezhep ve dinden insanlar yüzyıllarca mutlu bir şekilde yaşamışlardı.  Emir,Alim ve Tüccar medeniyetinde tüccarlar erdemli ve zengin olmayı bir terazinin kefesi gibi dengeli tutmaya özen gösterirlerdi. Çarşılar her gün duacı başının dualarıyla açılırdı. Devleti yönetenler ise erdemli insanlardı, devletin gücünü kendi menfaatleri için kullanmaktan özellikle sakınırlardı. Alimlerin sohbetlerinde erdemli olmayı en ince noktasına kadar öğrenirlerdi. Bu üçlü sürekli istişare mekanizmasını işletir ve fikir alışverişi yaparak toplum için en doğru seçenekleri bulmaya çalışırlardı. Bu medeniyet karşılıklı menfaatler ve para üzerine kurulu değildi, çok ulvi manevi değerler üzerine kuruluydu.

Fakat geçmişte her şeyin düzgün ve doğru olduğunu iddia etmemizde gerekmiyor. Adaletsizlikler, yolsuzluklar,zulüm arttığında padişahlar Adaletname diye adlandırılan kânunları uygulamakta, görevlerini kötüye kullanan idarecileri îkâz için veya tahta çıkan halîfe veya pâdişâhların devleti adaletle idare edeceklerini bildirdikleri yazılı emirleri ihtiva eden bir vesika ilan ederlerdi.

Adâletnâme veya adalet hükmü, sultânın doğrudan doğruya verdiği bir emirdi. Bir hükmün bütün rükünlerini taşırdı. Adâletnâmede de her hükmün en önemli özelliği olan “Buyurdum ki” sözü ile emir kısmına girilir. Adâletnâme, berât gibi üçüncü şâhıslara değil de normal bir ferman gibi, doğrudan doğruya emir alana hitâb ederdi. Emir, bütün devlet idarecilerine hitâb ettiği gibi belli bir bölge idarecilerine de münhasır olabilirdi.

Adâletnâme; herhangi bir haksızlık, zulüm, yolsuzluk yayılıp umûmî bir hâl alınca, bâzı bölgelerin durumları ile ilgili şikâyetler vâki olduğu zaman veya yeni tahta çıkan pâdişâhın halka adaletle hükmedeceğini ifâde etmek için yayınlanırdı. Adâletnâmenin yayınlanmasına sebeb olan şikâyetler, hükmün nakil, bildirme ve ulaştırma kısmında dâima işaret olunurdu. Adâletnâmede, halkı zulme karşı koruma gayesi dâima açık şekilde belirtilirdi. Genel adâletnâmeler müslüman ve gayr-i müslim bütün halkı koruma gayesi güderdi. Bir bölge halkı için gönderilen adâletnâmeler olduğu gibi, bir zümre için de gönderilebilirdi. Adâletnâmelerin en belirgin özelliği, genel olması ve geniş bir kitleyi ilgilendirmesidir.

Adâletnâme, hüküm verme yetkisi taşıyan kâdılara ve bedenî cezaları uygulama yetkisine sâhib beylerbeyi ve sancak beylerine hitaben yazılırdı. Doğrudan doğruya onları belli şeyleri yapmaktan men ederdi. Başkalarının yaptığı zulümler de bunlardan sorulurdu. Bu yüzden, adâletnâmeterde “almayasız ve aldırmayasız”, “etmeyesiz ve ettirmeyesiz” gibi ifâdeler sık sık geçmektedir. Kânunların te’yidi ve yerine getirilmesi esas gaye olduğundan, çoğu zaman yalnız kâdılara gönderilirdi.

Adâletnâme, halka îlân edilmiş bir beyânname niteliği taşırdı. Adâletnâmenin halka duyurulması şarttı. Bundan dolayı vesikanın bitişinde, kâdılara, halkı toplayıp belgeyi önlerinde okutması ve içindekini iyice anlatması emredilirdi. Adâletnâmelerin halkın eline geçmesini kolaylaştıran hükümler de vardı. “Kim olursa olsun bu vesikanın kâdı sicilinden bir kopyasını isterse, bir kelimesini bile saklamadan, suretini yazarak, imzalayıp ellerine verip; “Adâletnâme-i hümâyunum suretinden bir akçe ve bir habbe almayasınız” emri eklenirdi. Adâletnâmedeki emirlerin mutlak surette yerine getirilmesini isteyen sultan, bölgeye gizli teftiş yaptırmak için adamlar gönderirdi.

Osmanlı adâletnâmelerinin yayınlanmasına sebeb olan şeylerden bazıları şunlardır: 1-Vergi yolsuzlukları ve vergi olarak toplanan malların halka zorla uzak mesafelere kadar taşıttırılması, 2- Kâdı nâiblerinin sık sık teftişe çıkıp halkı rahatsız etmeleri, 3- Muhtelif devlet me’murlarının; suçlulardan, kâdılardan izinsiz cerime almaları, 4- Bid’atlerin yâni sonradan ortaya çıkıp, halkın dînine, itikadına uymayan şeylerin ve hurafelerin yaygınlaşması, 5- Me’mûrlukların yakınlarına verilmesi veya fahiş fiyatlarla satış yapılması, 6- Rüşvet, 7- Tımarlı sipahiler, beylerbeyiler, sancak beyleri, mütesellimler, subaşılar, kethüdalar, kâdılar, nâibler, kassâmlar, âmiller, muhassıllar ve mübaşirler gibi me’murların halktan, ücretsiz yem ve gıda maddeleri almaları.

Yükselen Değer Türkiye hepimizin ortak paydasıdır. Ülkemizin elde etmiş olduğu büyüme trendinin hiçbir şeye kurban edilmemesi gerekir. Sorunlarımızın çözümlerini siyasi kadrolara sunma becerisini ve cesaretini göstermek zorundayız. Birçok konuda elde edilen ilerleme Türkiye’nin bir yıldız gibi parlamasına sebep olmuşken şimdi kendi içimizdeki sorunlarla boğuşur hale geldik. Buradaki en önemli olgu başarının ve gücün paylaşılamamasıdır. Maalesef bizim toplumumuzda elde edilen başarılardan sonra takımlar dağılır, şirketler batar, aileler dağılır. Bu sosyolojik açıdan incelenmesi gereken çok önemli bir vaka olarak önümüzde duruyor. Biz niye birbirimizi çekemiyoruz? Niye başarılı insanları dibe çekmeye çalışıyoruz? Tarihimizde yüzyılda bir önümüze gelecek fırsatlar kapımıza gelmişken neden daha çok çalışmak yerine birbirimizle kavga ediyoruz? Tarihten hiç mi ders almadık? Neden başarılı insanlar yeri geldiğinde kenara çekilmesini bilmezler ve bu başarının sonsuza kadar süreceği paranoyasına takılırlar?

Bu ülkeye hizmet etmeye gönülden hazır, ehil ve liyakat sahibi insanların azımsanmayacak kadar çok olduğunu biliyorum. Erdemli bir toplumda yolsuzluk yapanların akıllı, ahlaksızların şöhret sahibi,niteliksizlerin üst düzey yönetici, dürüstlerin kaybeden olmaması gerekir.

İlahi huzurda, bir gün hesap verileceği şuuru tarihten gelen ailelerimizdeki huzurun en önemli unsurudur. Bu mesuliyet duygusu ile insanlar, birbirini incitmemeye çalışmış, iyiliklerin yayılmasını, kötülüklerin engellenmesini temin etmişlerdir ve böylece asırlar boyu süren örnek bir medeniyet oluşmuştur.

Geldiğimiz noktada ortak paydamızın Türkiye olduğunu unutmadan sorunlarımızı çözmeyi artık öğrenmemiz lazım.

Hz. Mevlana ne güzel buyurmuş:

Eğer bir gün dünyaya ait çok büyük bir derdin olursa RABBine dönüp:
Benim çok büyük bir derdim var”deme!
Derdine dönüp:
Benim çok büyük bir RABBim var” de! …

Tüm streslerin,sıkıntıların,hırsların,belaların,husumetlerin getirdiği ağır yükün bir kerede hafifletildiği ve dertlerin tedavi edildiği muhteşem bir kelam.

İyilikler ve güzellikler ile yolun açık olsun Yükselen Değer Türkiye….

 

Bir Cevap Yazın

Required fields are marked *.