Selahattin Esim

Selahattin Esim

Topkapı Sarayı’ndaki ender Çin porselenleri ve muhteşem turizm potansiyeli

| 1 Comment

Osmanlı İmparatorluğu’nun 3 kıtayı yönettiği Topkapı Sarayı halen gün yüzüne çıkmamış depolardaki belki de eşi benzeri bulunmayan antika değerinde eserlere sahip. Piri Reis’in haritası üzerinde domates peynir yiyen anlayıştan bugünlere çok mesafe alındı, bir çok düzenlemeler ve restorasyon yapıldı bunun hakkını öncelikle verelim.

Halen gerçek değerini bulamamış işlenmemiş nadide bir mücevher gibi tarihi yarımadanın en güzel noktasında yükselen mütevazi bir anlayışın timsali Topkapı Sarayı 1478 yılında yapımı tamamlanan kapladığı 400.000 m2’lik alan ile günümüze kadar ulaşan dünyanın en eski ve en büyük sarayıdır.

İstanbul’da yürürken adım attığınız her yerde binlerce yıllık bir tarihin üzerinde yürüdüğünüzü unutmamanız lazım. Bizden önce kaç nesil ve kaç imparatorluk bu nadide şehirde izlerini ve enerjisini bırakmış. Geçmişe saygı Türklerin geleneğinde olan bir olgudur.

 

Bir Amerikan Diplomatının İstanbul anıları 1885-1887 adlı kitabın 130. sayfasında İstanbul için şöyle ilginç bir not düşülmüş:

“Günümüzde de İstanbul kadar, sadece ticaret için merkezi olan veya bu kadar verimli ve yüksek nüfuslu ülkelerin erişimi dahilinde başka bir kent yoktur. Haritayı açıp Karadeniz’e göz atarsak, İstanbul’un kubbeleri ve minarelerinin gölgesinde uzanan, Çanakkale Boğazı’nın ağzında  olmasıyla savunmalı bir göl olan Marmara Denizi’ne açılan on sekiz mil uzunluğundaki o suyolunu, Boğaziçi’ni görürüz.

İstanbul daima ticarete karşı özgürlükçü bir siyasa izlemiştir. Ticaret imtiyazları zenginliğini ve gücünü arttırmıştır. Konumu öylesine elverişlidir ki yarıküreler arasında satılabilir ürünlerin toplanması ve dağıtılmasında Boğaziçi’ndeki bu antrepo kadar uygun hiç bir yer olmamıştır; doğa garip bir ihtilaçla sarsılmazsa olmayacaktır da. Doğu’nun devletlerinin ve Batı’nın ekonomilerinin onun ticaretini teşviki , demiryollarının inşası ve bereketli iç kesimlerini en iyi ve hızlı nakliye yöntemleriyle geliştirilmesine ancak son zamanlarda müzaheret etmeleri ne yazık! Gene de kadim tüccarın han ve kervanının ticaretin sihriyle demiryolu deposuna tahavvülünden önce ,yapacak daha çok şey var!”

130 yıl önce Amerikalı Diplomat Samuel Sullivan Cox’un çok güzel tanımladığı bu stratejik konum yapmış olduğumuz İstanbul Havalimanı, içinden tren yolu geçecek olan Yavuz Sultan Selim köprüsü  ve Avrasya Tüneli ile aslında tekrar hayata geçirilmiş oluyor. Gelecek yüzyılda İstanbul tarihin verdiği bereket ve zenginliklerin yeniden canlanması olacak şekilde doğu ve batı arasında önemli bir ticaret, finans,ulaşım ve inovasyon merkezi olacağına inanıyorum, devletimizi yönetenlerinde bu stratejik akla sahip olduğunu görmek umut verici.

118. sayfada ise Türkler hakkında İstanbul’da yeni bir uygarlığın kurulması yolunda ortaya koydukları karakter konusunda şu ilginç tespiti yapıyor:

“Bu halkın böylesi bir ilerlemeye yeteneği olup olmadığını merak ediyorsanız , onların olağanüstü ırkının ve yönetiminin esin kaynağına bakın; aradığınız yanıtı sabır, disiplin , ağırbaşlılık, gözüpeklik, dürüstlük ve alçakgönüllülükleriyle sivrildiklerini söyleyen Gibbon’un yaptığı sınıflamadaki bu ender niteliklerde bulursunuz.”

Fatih Sultan Mehmet fethettiği İstanbul’u ihya ederken yıktığı İmparatorluğun eserlerine sahip çıkarak ve yakıp yıkmayarak yukarıda bahsedilen özellikleri ispat edercesine üstün bir yönetim tarzı ortaya koymuş ve gönülleri de fethetmeyi başarmıştı. Yıkıcı değil ihya ve imar eden bir imparatorluk anlayışı aslında Türkleri farklı kılan önemli özelliklerden birisiydi. Doğunun büyük mimarı Mimar Sinan kısacık ömründe 3 kıtaya yayılmış 375 i aşkın eser ortaya koyarken arkasında yatan anlayış bence buydu.

1996 yılında Birleşmiş Milletler tarafından İstanbul’da organize edilen Habitat II konferansına Saygıdeğer Mimar Bilge insan Rahmetli Turgut Cansever Hocamıza Türklerin yatay şehir anlayışını anlatan bir tebliğ hazırlatmış ve bir çok engellere rağmen İngilizce olarak konferansta katılımcılara dağıtmıştık. Bu bilge mimarın bir sohbetinde aşağıda söyledikleri aslında İstanbul’un mimari yapısının İslam medeniyeti tarafından nasıl bir sanat eseri gibi dokunduğunu şu kısa cümle ile anlatıyor:

“Adabın en yüksek ürünü sanat eseridir”

1919 da İstanbul’u ziyaret eden modern mimarinin en büyük temsilcilerinden İsviçre asıllı Fransız Mimar Le Corbusier İstanbul’dan ayrılırken not defterine yazdıkları tarihe düşülmüş bir not:
“Allah’ın yarattığı yumuşak çizgilerle alçalıp yükselen İstanbul topoğrafyasının yüksek noktalarına Osmanlı’nın yerleştirdikleri büyük abidelerle Allah’ın yarattığı silüet olduğundan kat kat müstesna ve güzel hale getirilmiş bulunuyor. Bu büyük abidelerin kaidelerinden denize doğru az meyilli çatıların gölgeleri altında koyu mor renkli cumbalı evlerin tezyini diziler halinde pencereleri ile bu evlerin arasındaki koyu yeşil ağaçlarla meydana gelen bu şehir iskan dokusu büyük abidelerin kaidelerinden denize doğru sarkan muhteşem bir acem halısı dokusunu andırıyordu”.

Geçen gün yakın bir dostum Çin’den yakından tanıdığı TRT Pekin temsilciliği yapmış Levent Uluçer adlı gazetecinin Çinli bir koleksiyonerin talebi ile ilgili ilginç yorumlarını paylaşmıştı, okuduğumda çok üzüldüm ve bu konuda bir şeyler karalamaya karar verdim. Eylül ayında Çin dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hua Chunying  sosyal medyadan bir paylaşım yapmış: “Çin Türkiye’ye ne götürdü, Batı Türkiye’ye ne götürdü…” Hua Chunying Batı’yı eleştirirken, görsel olarak Topkapı Sarayı’ndaki Çin porselenleriyle ilgili yayımlanmış prestij kitapları kullanmış. Aslında bu paylaşımı tarihsel bir bağlantı üzerinden Türkiye’ye uzatılan bir el gibi görmek lazım. Söyleminde haklı olup olmadığına takılmamak gerekir.

Şimdi bunda ne var diyebilirsiniz ama durun biraz empati yapalım. Tüm dünyanın asırlardır kullandığı porselen Çin’de icat edilmiştir bu öyle hafife alınacak bir konu değil. Bugün tüm insanlığın kullandığı çok önemli bir malzeme olan kağıdında Çin’de icat edildiğini biliyoruz. Bu iki önemli icadı yapan uygarlığı görmezden gelemeyiz. Topkapı Sarayı’nı ziyaret ettiyseniz muhteşem bir Çin porselen envanteri olduğunu mutlaka gözlemlemişsinizdir. Bugün tüm dünyada bu işin koleksiyonunu yapan veya ilgilenen milyonlarca insan var.

Levent Bey Çin’de çok önemli bir koleksiyoncu ile tanıştığını ve bu kişinin elinde inanılmaz bir koleksiyon olduğundan bahsediyor. Ning adlı bu mütevazi kişiliğe sahip dünyanın 1 numaralı koleksiyoncusunun özelliği ise Çin resmi, Çin kaligrafisi ve Çin porseleni konusunda çok güçlü ve inanılmaz bilgilere sahip bir uzman olması. Tesadüfen tanıştıkları Bay Ning’le dostlukları ilerleyince Levent Beyden bir talebi olmuş. Bay Ning Topkapı Sarayında’ki Çin eserlerini olabildiğince elden geçirmek istiyor. İstediği şu ” Müzedeki Çin eserleriyle ilgili bana iki hafta kadar izin versinler. Eserleri elime alıp inceleyebilmeliyim. Sonra Çin’de bununla ilgili bir prestij kitap basacağım.”. Şimdi bunda ne var adamın beklentisi nedir diyeceksiniz değil mi? Son dönemlerde her şeyin arkasında bir menfaat olduğunu düşünmek moda oldu veya bana bir getirisi yoksa bana ne faydası var bırak gitsin anlayışı peydahlandı. Bay Ning elinde milyarlarca dolar tutarında koleksiyon olan birisi ve anladığım kadarı ile parayla ilgili bir beklentisi olacak bir şahsiyete sahip değil. Özellikle batıdaki tanınmış müzayedecilerin çakma bir çok eser sattığından şikayetçi ve Topkapı Sarayındaki Çin porselenlerinin gerçek değerini yaşarken belirlemek ve belki de dünyada Çin dışındaki en büyük koleksiyonun varlığını belgelemek istiyor. Topkapı Sarayındaki Çin porselenleri ile ilgili bilgiler İngilizler tarafından derlenmiş ve Bay Ning’e göre bu bilgilerin çoğu yanlış. Belki de bilinenden çok daha fazla bir değere sahip olduğu ortaya çıkacak.

Bu talep bizim bürokrasiye iletildiğinde tabii bir sonuç alınamıyor. Kimsenin umurunda bile olmamış. Şimdi yukarıda bahsettiğim konuları birbirine bağlayalım. Osmanlı’nın ticaretin merkezi olan İstanbul’da oluşan zenginliğin bir yansıması olan dünyanın en kaliteli ürünlerinin bu nadide şehirde satılması veya Topkapı Sarayı’na girmiş olması bir medeniyetin ve sanata duyulan saygının bir tezahürüdür.

Şimdi nüfusunda 300 milyon zengin oluşmuş Çin’den Türkiye’ye gelen turist sayısını neden arttıramıyoruz acaba diye bir durup düşünmemiz lazım. Ben Japonya’da çalışırken ve yaşarken Japon NHK televizyonunda yayınlanan bir belgeselde Kayseri’de Erciyes dağında çekim yapan TV ekibinin yolunu kaybedince karşılaştıkları bir Çobanın kendilerine yardımcı olup mütevazi konutunda akşam  elindeki şebit denilen kuru yufka ve beyaz peynirden oluşan yemekle onlara sunduğu mütevazi sofrada ağırlamasını izlemiştim. Bu Anadolu insanı ve Türklerin misafirperver yaklaşımı Japon halkının çok hoşuna gitmiş olacak ki ertesi gün yaklaşık 200.000 kişi Türkiye’ye gitmek için turizm bürolarına başvurmuş ve bu inanılmaz bir haber olmuştu. Japonları bu ülkeye çeken Çoban Mustafa’nın çok insancıl ve misafirperver yaklaşımı olmuş ve insanların gönüllerini fethetmişti. Aslında bu bir “Soft Power” yani yumuşak güç dediğimiz ülkeyi olumlu tanıtan teorinin pratikteki basit bir yansımasıydı ve milyonlarca dolar vererek yapamayacağınız reklamı Çoban Mustafa mütevazi sofrası ve misafirperver yaklaşımı ile sağlamıştı olay bu kadar basitti aslında.

Sonra Tonde İstanbul (İstanbul’a Uçmak) adlı Mayo Shono tarafından 1978 yılında seslendirilen Tetsuya Chiaki tarafından yazılan şarkı Oricon’da 3 numaraya kadar çıkmış, 600 binden fazla kopya satmıştı. yayınlandığı yılın en çok satan 19. single’ı olmuştu. Orta yaşın üstündeki tüm Japonlar bu şarkıyı bilirler. Bu şarkı İstanbul’un tanıtımında tarihi bir özellik taşımaktadır. Bu şarkıyı bana Japonya’da çalıştığım dönemde dinletmişlerdi ülkeden binlerce kilometre uzakta olmanın verdiği hasret ile epey duygulanmıştım

Sayın Cumhurbaşkanımız aday olduğumuz 2020 olimpiyat seçmeleri finalinde Tokyo’nun kazanması üzerine ayağa kalkarak geçenlerde katledilen rahmetli Başbakan Shinzo Abe’ye ilerleyip samimi bir şekilde sarılarak kutlayınca aslında Japon geleneklerine uymayan bu samimi yaklaşım yine Japon halkının çok hoşuna gitmiş ve ertesi gün yine Türkiye’ye gitmek isteyen yüzbinleri bulan bir talep patlaması yaşanmıştı.

Topkapı Sarayı’ndaki Çin Porseleni de bir “Yumuşak Güç” tür ve doğru tanıtılırsa milyon bazında Çin’ liyi İstanbul’a çekecek bir potansiyele sahiptir. Belki de yıllardır bir türlü 2,5 Milyar usd sınırın aşamayan ihracatımız hizmet sektörü sayesinde 3,4 katına çıkacaktır. Milyonların tanıdığı ve takip ettiği bir Çin’li sanatçıyı İstanbul’a getirerek lanse ederseniz emin olun milyonlarca Çin’li İstanbul’a akın edebilir. Türk dizilerinin Türkiye’ye nasıl bir talep oluşturduğunu aslında hepimiz biliyoruz. Hizmet İhracatçılar Birliğini kurarken yaptığımız çalıştaylarda ve  sektörel komisyon toplantılarında bu dizileri çeken bir yapımcı Boğaz’da çekim yaparken zabıtalarla köşe kapmaca oynadıklarını ve bundan dolayı dronlarla havadan çekim yapmak zorunda kaldıklarını söylediklerinde 50’li yıllarda kalmış köhne zihniyetin halen bürokraside var olduğunu duymak üzüntü vericiydi. O peşinde ceza yazmak için koştukları dizileri yapanlar sonraki yıllarda yayınlandıkları ülkelerden Türkiye’ye milyonlarca turistin gelmesini sağlamışlardı ama zavallı zabıta bunu nereden bilsin emrinde olduğu eskimiş düzenin kanunları ona Boğaz’da çekim yapılırken para ödenmesi gerektiğini emrediyordu. Kimse katma değerin farkında bile değildi.

Dünyanın en iyi ve kaliteli porselenini üreten Çin’den ipek yolu ile belki çok zahmetli bir yolculuktan sonra bereketli İstanbul pazarına gelen ve bir hikayesi olan ürünler böylece Topkapı Sarayındaki yerlerini almıştı. Bu ürünleri yerinde incelemek isteyen dünyanın 1 numaralı koleksiyoncusunun talebi neden olumlu karşılanmaz ve bu “Yumuşak Güç” neden devreye sokulmaz size bırakıyorum, yoksa orada da zabıta zihniyeti mi devreye girdi bilemiyorum. Sayın Turizm ve Kültür Bakanımız Mehmet Nuri Ersoy’a buradan bu önemli konuya eğilmesini arz ve rica ediyorum.

Danimarka’nın baş şehri Kopenhag’ta denize bakan ufacık bir deniz kızı heykeli bile tüm dünyadan gelen turistlerin mutlaka fotoğraf çekmek için ziyaret etmesi bu basit heykelin nasıl ustaca pazarlandığına basit bir örnek, biz ise dünyanın en muhteşem Çin porselen koleksiyonuna sahipken bunu bile yurtdışına gittiğinde en az 6.000 dolar para harcayan Çin halkına pazarlamayı ve katma değer üretmeyi başaramıyoruz, acaba neden?. Yukarıda verdiğim rakamın abartılmış bir tahmin olduğunu düşünmeyin, fazladan çekeceğimiz 1 milyon turist yaklaşık 6-7 Milyar usd bazında bir hizmet ihracatı demektir.

 

One Comment

  1. Bravo disislerine bunu ilermenizi cok yararli olabilecegini dusunuyorum Shenzhen den saygilar

Bir Cevap Yazın

Required fields are marked *.