Selahattin Esim

Selahattin Esim

Türk Milli Eğitimi nereye gidiyor?

| 0 comments

Adı Milli olan eğitim sistemimizin  üzerinde yapılan değişiklikler  ve mevcut sorunlara çözüm arayışları bir türlü sonuçlanmıyor. Bu sene itibarı ile iki çocuğumuzun TEOG ve ÖSYM sınavlarına girmesi dolayısı ile hayatımızda çok zor bir yıl yaşadığımız zannederim hayatımızda acı bir tecrübe olarak hafızamızdan silinmeyecek. Özellikle bu dönemde çocuklarımıza manevi desteğin  en üst düzeyde verilmesine çabalarken diğer birçok veli gibi çok zorlandık. Ülkemizin en büyük sermayesi olan çocuklarımızı hak etmedikleri bir uygulama ile karşı karşıya bırakıyoruz, yeteneklerini keşfetmek yerine yok ediyoruz.

Bir dostumun geçenlerde gönderdiği mailde şöyle yazıyordu:

Dünyada 7,5 milyar, Türkiye’de ise sadece 75 milyon insan yaşıyor. Yani insanlığın sadece % 1’yiz. Daha kötüsü, % 48’imiz ilkokul mezunuyuz ve ülkenin eğitim ortalaması yalnızca üç yıl! Dünyadaki her yüz insandan sadece biri Türkçe düşünüyor. İngilizce gibi yaygın bir dili kullananlar üç milyardan fazla insanın ortak akıl havuzuna erişebiliyorlar. Bilmeyenler ise bu bilgi hazinelerinden habersizce yaşıyor.

Nüfusunun büyük bir bölümünü genç bir neslin oluşturduğu ülkemizde eğitim çok stratejik bir konumdadır. Bu genç nesli hem ilmi ve hemde etik yönü ile eğitmezsek bunun toplumda tahribata yol açmasının önünü kesemeyiz. Yetişen genç neslin devletine olan inancını ve güvenini zayıflatmaya hiç kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum. Okul önlerinde uyuşturucu pazarlaması ile başlayarak Türkiye’nin en büyük sermayesi olan bu bu genç nesli tahrip etmeye yönelik saldırılara ve algı yönetimine karşı  en kısa zamanda önlemler almalıyız.  Maalesef son yıllarda üzerinde en çok oynanan sistem nedense hep Milli Eğitim oldu. Geçenlerde Ankara’da bir toplantıda Sayın Ali Babacan açıkça eğitim ve hukuk reformu konusunda çok başarılı olamadıklarını ifade ederken doğru ve samimi bir saptama yapmıştı. Kompleks bir eko sisteme sahip olan eğitim ülkenin geleceğini belirlemekte çok önemli rol oynuyor. Taşları yerinden oynatırsanız bunun nelere yol açtığını kısa sürede ölçmeniz zor olduğu için yaptığı tahribatlar o değişiklikten etkilenen neslin geleceğini çok önemli derecede etkileyebilir. Bunu zaman içerisinde göreceğiz ve fakat tarih yapılan hataları mutlaka sorgulayacaktır.

TEOG sınavlarında yaşanan karmaşa ve hataların nelere yol açtığına kısaca değinmek istiyorum. Bu sınavlarda sorulan soruların yanlış olması veya doğru olduğu halde yanlış diye yorumlanması aslında çok büyük bir skandaldır. Bu tür bir hata gelişmiş ülkelerde normalde sorumlu makamda olanların istifası ile sonuçlanır. Ülkemizde kimse yapılan hataları üzerine alınmadığı için sorumlunun kim olduğunu bulmakta zorlaşıyor. Öncelikle yetkili birisinin bir yıl gibi yeterli zaman olduğu halde bu yanlış soruların sınav sistemine nasıl girdiğini çıkıp açıklaması gerekir.  Zannedersem belli bir havuzda olan akademisyenlerden uzmanı oldukları alan ile ilgili bir veya iki soru hazırlamaları isteniyor. Bu akademisyenler veya soruları hazırlayan uzmanların nasıl olupta bir yıl gibi bir sürede hatalı içerikli soru üretebildiği ve bu soruları onaylayan komisyonların nasıl çalıştığı hakkında kamuoyuna hiçbir doyurucu açıklama yapılmadığı gibi Bakanlığa yapılan şikayetlerde maalesef ciddi bir karşılık alamadı.

TEOG’da İptal edilen sorular nasıl bir adaletsizliğe neden oldu?

Her test için doğru cevap sayıları esas alınarak dönem puanı hesaplamasında kullanılacak olan sınav puanı; [(Doğru Sayısı / Soru Sayısı) x 100] formülü ile hesaplanmaktadır.

Örneğin, matematik dersinden 20 sorunun doğru kabul edildiği mazeret sınavında bir sorunun değeri 5 puan iken, normal sınavda 18 soru üzerinden hesaplama yapıldığı için bir sorunun puan değeri 5,5556 olmaktadır.

Mazeret sınavına giren ve 3 yanlış yapan bir öğrenci matematik dersinden 85 puan alırken, normal sınava giren ve 3 yanlış yapan bir öğrenci ise 83,3340 puan alacaktır. Yanlış sayısının arttığında aradaki puan farkının da artacağını düşünürsek, genel sıralamada bu öğrenciler arasındaki fark, adaletsizliğin boyutlarını gözler önüne sermektedir.

Ölçme ve değerlendirmede oluşan bu adaletsizlik nasıl düzeltilebilirdi?

Tüm öğrencilerin aynı tabloda değerlendiriliyor olmasına rağmen iki ayrı sınavın bulunması ve sınavlarda bazı soruların iptal edilmesi nedeniyle ortaya çıkan bu adaletsizlik, kılavuzda yapılabilecek ufak birkaç değişiklikle düzenlenebilirdi:

1- Öğrencilerin hiçbir kusurunun olmadığı, soruların iptal edildiği sınavlarda; iptal edilen soruların puanları her öğrenciye taban puan olarak yansıtılabilirdi. Örneğin matematik dersinden iki sorunun değeri olan 10 puan taban puan olarak değerlendirilebilirdi.

2- İptal edilen sorular hangi konulardan ise diğer sınavın aynı konudaki soruları da iptal edilerek eşitlik sağlanabilirdi. Böylece her iki sınavda da aynı soru katsayıları kullanılmış olur ve adil bir değerlendirme yapılabilirdi.

Son olarak, TEOG’un hesaplanması hukuka, adalete ve anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır diyen uzmanlar şunları söylüyorlar:

MEB sınavı yaptı ama hesaplamayı yapamadı gibi bir sonuçla karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Merkezi Sınav sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte mazeret sınavlarının hiçbirinde soru iptalleri olmamasına rağmen, zamanında yapılan asıl sınavlarda; matematik dersinden iki, fen ve teknoloji dersinden iki, İngilizce dersinden iki, Din dersinden bir, İtalyanca dersinden bir ve görme engelliler için hazırlanan matematik dersinden bir olmak üzere toplam dokuz soru iptal edilmesi sınava giren öğrencilerde mağduriyete neden olmuştur.”

Mazeret sınavına giren ve 3 yanlış yapan bir öğrenci matematik dersinden 85 puan alırken, normal sınava giren ve 3 yanlış yapan bir öğrenci ise 83,3340 puan alacaktır.

Yanlış sayısının arttığında aradaki puan farkının da artacağını düşünürsek, genel sıralamada bu öğrenciler arasındaki fark, adaletsizliğin boyutlarını gözler önüne sermektedir.

Türkiye’deki tüm 8. sınıf öğrencilerinin aynı havuzda bulunmalarına rağmen iptal edilen soruların devre dışı bırakılması nedeniyle soru katsayıları farklılaşan iki sınavın mevcudiyeti hukuka, adalete ve anayasanın eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.

Şimdi bu karmakarışık sistemin yaptığı yanlışlar adaletsizliğe yol açtı. Okulların belirlediği öğrenci kabul puanlarının arasında çok ufak farklar bile öğrencinin istediği okula girememesine yol açabildi. Özellikle 1 milyon 300 bin öğrenci üzerinde denemesi yapılan bu sistemin yanlışlarından dolayı özel okul puanları çok yüksek çıkan öğrenciler özellikle yabancı dil öğrenimi veren okullarda talep patlaması yaratmış oldu. Örnek olarak yabancı dil eğitimi veren liseler birkaç yüzyıllık tarihlerinde görmedikleri bir ön kayıt talebi ile karşılaştılar ve kayıtlarda izdiham yaşandı. Şimdi bu okulların tarihlerinde görmedikleri bin kişiyi geçen ön kayıt almaları neyin belirtisi ona bakalım. Bu talep patlaması üzerinde oynanan ve sistematiği bozulan Milli Eğitime duyulan güvenin büyük yara aldığının en büyük kanıtıdır. Bunun başka bir açıklaması yok. Çok yüksek puanlarla öğrenci alan Anadolu Liseleri hem fiziki imkanlar ve hemde eğitim açısından aynı düzeyde eğitim sunamadıkları için özel okullara geçiş gittikçe yükselen bir trend çiziyor. Özel okullar bir süre sonra eğitimde devletin önüne geçmiş olacak. Yanlışlarla dolu TEOG sisteminin birdenbire oluşturduğu normalde Anadolu Lisesine gitmeyi hedefleyen kitle elde ettiği puanlama avantajı ile özel okulların maddi külfetini bile hiçe sayarak daha iyi bir eğitim almak adına bu okullara ön kayıt yaptırmak için tabiri caizse gece yarılarına kadar okullarda nöbet tuttu. Baba,anne,dede,anneanne,kardeş olarak ailece organize olup aynı anda 5 okulda ön kayıt takibi yapan velilere gerçekten acıyorum. Son on yılda inanılmaz gelişme kaydeden Türkiye ve Türk halkı bunu hak etmiyor. 2023 yılında dünyanın en büyük on ekonomisi arasına girmek hedefi olan bir ülkenin insanlarının yabancı kolejlerin kapılarında gece yarılarına kadar kayıt yaptırmak için çaba sarf etmelerini nasıl açıklayacağız bilmiyorum.

Aslında velilerin en büyük beklentisi çocuklarının yabancı dil öğrenimi yapan prestiji yüksek bir okulda okuması. Devletin bu beklentileri Anadolu Liseleri ile neden karşılayamadığı gerçekten bir araştırma konusu olabilir. Araştırma yapan,sorgulayan ve özgüveni yüksek çocukları yetiştirmek için eksiklerin ne olduğu muhakkak biliniyordur. Yabancı kolejler soruyu sorup cevabı vermeyen bir sınav sistemi uyguluyor. Bu yöntem çocuğun araştırmasını ve doğru cevabı bulmasını bilinçli olarak serbest bırakıyor. Bizim kurduğumuz sistemde ise çocuğun önüne bir doğru cevap ve onu yanıltmaya yönelik 3 veya dört seçenek koyuyoruz. Çocuklarımız burada kurgulanmış bir robot gibi yanıltıcı sorular tuzağına düşmeden doğru cevabı bulmaya çalışıyorlar, yani sorunun içeriği veya ne öğretmeye çalıştığı hiç önemli değil. Halbuki eğitim aldıktan sonra toplumun değişik katmanlarında hayata atıldıklarında çoğunlukla çözmeleri istenen problemler için önlerine önceden koyulmuş seçenekler olmayabilir.  Bunun farkında olan bazı başarılı Anadolu Lisesi müdürlerinin bu sorunu çözmek için yöntemler geliştirdiklerini ve başarılı olduklarını biliyoruz. Bu başarılı müdürlere sistem acaba ne oranda sahip çıkıyor? Onların rol model olmasını sağlayabiliyor muyuz? Onları bu başarılarından ve performanslarından dolayı taltif ediyor muyuz? Bu başarılı okullara atanmak için her türlü olanağı deneyen müdürlerin önlerine bir başarı kriteri koyuyor muyuz?

Sınavlardan sonra uygulanan nakil sistemi ise geç başladığı için birçok öğrenci gitmek istediği okula ulaşabilmek için gereksiz yere 2-3 okula nakil yapmak zorunda bırakıldı. Geldiğimiz ekim ayının ortasında dahi halen nakiller devam ediyor ve çocuklarımız bir okuldan öbürüne taşınıyorlar. Bir okulun kontenjanı dolarken diğer okulun kontenjanı boşalıyor. Bu sistemi düşünen bürokrasinin toplumun STK’ları ve ilgili kuruluşları ile istişare yaptığını hiç zannetmiyorum. Belki niyetleri iyi olabilir ama uygulama gerçekten inanılmaz hatalarla dolu. Hafta sonlarında yerleştirme yapan yazılım birçok eksiklere sahip olduğu için gereksiz yere zaman kaybına uğrandı.

Anadolu liselerinde fiziki altyapı ise İstanbul gibi bir şehirde bile içler acısı durumda. Örnek olarak boğazdaki muhteşem manzaraya sahip Beşiktaş Anadolu Lisesine bir uğrarsanız fiziki imkanları tahrip olmuş bir okul ile karşılaşacaksınız. Kanserojen bir madde olan asfalt üzerinde spor alanları oluşturulmuş spor salonu olmayan İstanbul’un en gözde semtinde bir okul.  Okulun içine girdiğinizde burnunuza küf kokuları gelecek ve okulun yıkılmak üzere olduğunu müşahede edeceksiniz.  Şimdi bu okulun yöneticileri bütçe yok deyip bu işi dert etmeyebilirler ama iş bilen bir idareci inanın biraz kendisini anlatmasını bilse özel sektörden bu okulun ihtiyaçlarını giderecek birçok kaynağa ulaşabilir. Devletin ise burada ne yazık ki bir yönetim aczi içinde olduğu gözlemleniyor. Biraz ötede dünyanın en büyük deniz altından geçiş projesini yapan,dünyanın en büyük köprülerinden birisi olan Yavuz Sultan Selim köprüsünün temelini atan, yine dünyanın en büyük hava limanı projesini başlatan devletimizin boğazda muhteşem bir manzarası olan tarihi bir okulun fiziki imkanlarını çağın gereklerine uygun restore edememesinin maddi imkansızlıklardan kaynaklandığını kabul etmek mümkün değil. Asıl kuruluş amacı başka olsa da genelde okulun bütçe açıklarını kapatmak için kurulmuş olan okul aile birliklerinin ise bu tür fiziki imkanları eksik olan okullarda hangi işlevi yerine getirdiğini anlamak ise ayrı bir travma konusu.

Meslek liseleri ise apayrı bir problem. teorik derslerin çok fazla olması nedeni ile birinci sınıftan terk oranının %40 lara ulaştığı söyleniyor. Halbuki bu çocukların ilk yılda 6 saat matematik, 2 saat kimya, 2 saat fizik, 3 saat biyoloji gibi dersler alması doğru değil. Bu dersleri alabilecek kapasitede olan çocuklar zaten Anadolu Liselerine gidiyorlar, meslek lisesine değil. Bu çocukların atölye becerisini sanayide çıraklık sözleşmesi ile vergiden muaf olarak çalışarak kazanmaları mümkündür. Devletin bu eğitimi alan öğrencilerin SGK primlerini sübvanse etmesi özel sektöre değilde ülkeye ara eleman yetişmesi için bir hizmet olarak algılanmalıdır. Mesleki yeteneklerini teknolojik olarak üst düzeyde bir ortamda yapmalarını sağlayacak bu durum için neden çözüm üretilmediği akıllara durgunluk verecek türden bir eksiklik. Okulların atölyelerini sürekli olarak güncel teknolojiye uyarlamalarına ve maddi külfet altına girmelerine böylece gerek kalmayacaktır.

Son yıllarda üniversitelerin artması ise eğitim kalitesinin de arttığını ispatlamıyor. Bilimsel makale sayısının çok düşük kalmasını, üniversitelerin büyük bir kütüphanelerinin olmamasını önemli eksikler olarak sayabiliriz. Dünya’da ilk 500’e giren üniversitelerimizin sayısı bir elin parmak sayısını geçmiyor. İlim ve irfan yuvası olan üniversitelerin yüksek oranda doktora yapmış eleman açığı var.  Doktora yapmak isteyen gençlerin önünü açan bir sistemi mutlaka hızla devreye sokmalıyız. Üniversite eğitiminden sonra aralıksız master ve doktora yapanlara bir sene özel sektörde çalışma imkanı tanımalı ve teorik olarak eğitim alan bu kişilerin pratik deneyimler kazanarak özel sektörün ihtiyaçlarını yakından tecrübe etmelerini sağlamalıyız.

Özellikle iş dünyasının istediği özelliklere sahip olmayan öğrenciler yetiştirmenin bu ülkeye bir faydası olmadığını yaşayarak görüyoruz. Sadece maddiyata odaklanmış, hiç bir çaba göstermeden en kısa zamanda yükselmek isteyen bir nesil yetiştirdiğimizin belki farkında bile değiliz. Uyanık,kurnaz  ve cahil cesareti olanların yükselmesini engelleyen bir eko sisteme  sahip olmalıyız. Avrupa’da bir şirkette müdür olmanız için sizi en aşağı seviyeden başlatarak tüm yeteneklerinizi sınayan bir sistemde merdivenleri yavaş yavaş ve sağlıklı bir biçimde çıkmanızı sağlarlar. Mesela dünya markası olan Unilever firmasında işe başlayan yeni bir elemanı merdivenden aşağıya doğru götüren bir müdür karikatürü vardır. Burada verilen mesaj hangi okulu bitirirsen bitir bu merdivenleri çıkmak için en aşağıdan başlayacaksın. Onun için bu firmalar tüm dünyadaki  işletmelerinde çalışabilecek eleman yetiştirme yeteneğine sahip oluyorlar. Ülkemizde de bu sistemi uygulayan kendileri ile gurur duyduğumuz başarılı işletmeler olduğunu biliyorum. Özellikle kendini iyi yetiştirmiş başarılı gençlerin olduğu da bir gerçek.

Yurt dışına tahsil görmeye giden gençleri takip eden veya onlara destek olacak bir sistemden mahrumuz. Bu çocukları yurt dışına gitmeden önce bir salonda toplayıp onlara ülkenin yöneticileri tarafından bir misyon verilse ne güzel olurdu. Daha düne kadar kızıl komünist olan Çin diasporası kadar olamıyoruz çok yazık. Batılı tüm üniversiteleri işgal etmiş olan bu diaspora her türlü ilmi biran önce kapıp ülkesine dönerek katkıda bulunmayı hedefliyor. Gruplar halinde çalışıyorlar birbirlerine destek oluyorlar, bizim gençlerimiz ise sahipsiz. Geleceği bu kadar parlak olan bir ülkenin yurt dışına gönderdiği beyinlere bu kadar tepkisiz kalması ve bir siyasetinin olmamasını nasıl açıklarız bilmiyorum. Halbuki bu gençlerin hepsi birer elçi gibi ülkelerini okudukları üniversitelerde temsil ediyorlar. Onların ülkelerine olan inancını ve motivasyonunu yüksek tutmak zorundayız.

Geçenlerde bir gazetede 50 kadar yazılımcı gencin Almanya’nın Heidelberg kentine davet edildiği ve bu ülkedeki eleman açığını kapatmak üzere bilişim firmaları ile görüştükleri yazıyordu. Bu aslında üzülmemiz gereken bir haberken bunu övünülecek bir haber gibi yayınlıyoruz. Türk Bilişim sektörü hızla gelişirken ve bizlerin bu gençlere ihtiyacı varken başka bir ülkenin bizim yetişmiş elemanlarımızı cezbetmeye çalışması gerçekten izlemeye değer bir gelişme. Türk Bilişim sektörü bu gençlere ne veremiyor ki bu gençler Almanya’da bir gelecek arıyorlar, bunu acilen çözmemiz lazım. Orada daha az mı çalışacaklar, daha fazla ücret mi alacaklar, geleceği bu kadar parlak olan ülkelerine inanmıyorlar mı gibi sorular insanın kafasını kurcalıyor. Ali Baba’nın kurucusu Jack Ma 1999 yılında bir apartman katında 17 arkadaşına yaptığı tarihi konuşmada  08:00-17:00 arasında çalışan bir nesil olarak yüksek teknoloji geliştiremeyiz, bunu istiyorsanız başka iş aramalısınız, bu tempo ile batılı ülkeleri geçemeyiz derken Çin’in yükselişinin arkasındaki sırlardan birisini vermiş oluyordu.
Şirket 1999 yılında kuruldu ve 2014 yılında 26.845 çalışanı ile 52,5 milyar Yuan ciro yaptı.
Jack Ma’nın 1999 yılında yaptığı konuşma videosu.

Ülkemizde her boş geçen ders, her çalışmayan ve üretmeyen genç,her kısa sürede köşeyi dönme planı yapan girişimci, her etik kurallara uymamayı maharet sayan kurnaz vatandaş bu ülkenin geleceğinden çalmakta olduğunun farkına vardığı gün eğitim sistemimiz adam gibi adamlar yetiştiriyor diye övünebiliriz.

 

 

Bir Cevap Yazın

Required fields are marked *.